Kırşehir yöresinde Küçük Sofu adıyla tanınan Mehmet Köksal yaşadığı yüzyıla damgasını vuran en önemli manevi şahsiyetlerden biridir. 1895 yılında Mucura bağlı Seyfe Köyünde dünyaya gelmiştir.
Dedeleri Seyfe Köyünde baş gösteren sivrisinek çoğalmasına bağlı sıtma hastalığı nedeniyle Seyfe‟den Gümüşkümbet köyüne yerleşmişlerdir. Kendisi „sofular‟ olarak tanınan bir sülâlenin mensubudur. Babası Sofu Ömer Efendi, annesi ise Sofu Fatma Hanım olarak bilinen itikat sahibi insanlardır. Küçük sofu üç erkek kardeşten „Yemen Hacısı‟ Feyzullah Efendi ile Mustafa Efendi‟nin (Büyük Sofu) en küçük olanıdır.
Çevresindekiler tarafından Küçük Sofu, Sofu Emmi, Sofu Dede olarak tanınmasının iki nedeni vardır. Birincisi ve aynı zamanda en önemlisi olan dinin emir ve yasaklarına uyması neticesinde kendisini sofu olarak görmeleri ve bu sözü yakıştırmalarıdır. İkincisi ise abisi Mustafa Efendiye, Büyük Sofu denildiği için ondan yaşça küçük olmasına istinaden Küçük Sofu denilmiş olmasıdır.
Ailesinin Sofular sülâlesi olarak tanınması ve bu ailenin bir ferdi olması neticesinde ilk dînî bilgilerini aile fertlerinden alarak kendisini yetiştirmiştir. Daha sonra büyük bir Allah dostu olan Mahzenli‟li Ali Efendi‟den aldığı dersler ve sohbetlerle manevi olarak kendisini geliştirmiştir. Din konusundaki hassasiyeti ve dine bağlı yaşam tarzı ilerideki hayatının şekillenmesindeki en önemli nedenidir. Ailesi daha on üç yaşında genç bir delikanlı iken Ayşe Hanım ile evlendirir. Bu evlilikten bir kız çocukları olur ama fazla yaşamadan vefat eder. Bir daha hiç çocuklarının olmaması üzerine çoğu zaman ölen kızı için „Keşke yaşasaydı‟ diyerek hep ona olan özlemini dile getirmiştir.
Zamanın hızla ilerlemesi ve 1. Dünya Savaşının başlamasıyla Küçük Sofu 1914‟te askere gitmiş ve 8 yıl askerlik yapmıştır. 4 aylık acemi eğitimini Konya Kara pınarda topçu-çakmakçı eri olarak tamamladıktan sonra buradan Makedonya cephesine gider ve burada 1 sene kalır. Daha sonra sefer emri ile Çanakkale‟ye gelir ve burada 9 ay kaldıktan sonra Romanya cephesine gider. Bu cephede savaşın en yoğun olduğu bir günde vurularak yaralanır ve tedavisi için Edirne‟ye getirilerek 3 ay hastanede tedavi görür. Belli bir zaman sonra yaralarının iyileşmesi üzerine Kuva-i Milliye hareketiyle Kütahya-Eskişehir hattına gönderilerek burada mücadeleye devam eder ve buradan İstanbul Harp okuluna daha sonrada İstanbul Çatalca 7. fıkra 21. alay 1. tabur 1. batarya da topçu-çakmakçı eri olarak 3 sene kalır. Daha sonra Bulgaristan sınırına gönderilir ve burada 3 ay kaldıktan sonra askerliğini bitirerek terhis olur.
En zor şartlar altında ve yokluklar içerisinde en önemli cephelerde savaşarak Müslüman Türk milletine hizmet eden Küçük Sofu hayatının bundan sonraki kısmını köy köy ve şehir şehir dolanarak insanları doğru yola sevk etmeye ve Allah‟ın emirleri doğrultusunda yaşamaları için ömrünü adamıştır. Zamanın çoğunu evinden uzaklar da hizmet ederek geçiren Küçük Sofunun eşi Ayşe Hanım 1950 yılında vefat eder ve kendisi bir daha evlenmez. Belli zaman sonra ayakları tutmamış iki değneğiyle meşakkatli bir hayatı olmasına rağmen bıkmadan, usanmadan hizmetine kaldığı yerden devam etmiştir. Bir kış günü 70 yaşında iken hayata gözlerini yummuş ve cenazesini Gümüş kümbet köyünde bulunan caminin yanındaki mezarlığa abisi Büyük Sofu ile aynı mezara defnedilmiştir. Geride bıraktığı sözlü vasiyetinde ise: „mezarının hiçbir şekilde yapılmaması ve kaybolup gitmesi‟ isteğidir.
KÜÇÜK SOFUNUN YAŞANTISI
Küçük Sofu keramet sahibi ve tasavvuf ehli bir insandır. Ömrünün tamamını köy köy, şehir şehir gezerek insanları bilgilendirmeye, Allah‟ın emir ve yasaklarını sohbetlerle anlatarak insanları manevî yönden sağlamlaştırmaya adamış Allah‟ın sevdiği velî bir kuludur. Özellikle Kırşehir yöresindeki hemen hemen bütün köylerde kendisini ve kerametlerini görenler ve de duyanlar bulunmaktadır.
Küçük Sofu ömrünün sonuna kadar abdestsiz durmamış ve zamanının çoğunu ibadet ederek geçirmiş örnek bir şahsiyettir. Her zaman yerli yerinde konuşmuş ve sözleri herkes tarafından itibar görmüştür. Özellikle yanlış bir şey gördüğünde müdahale eder sonra da yapılması konusunda ısrar ederdi. Yaşantısı boyunca „sene orucu‟ tutar çok az yemek yerdi. En çok sevdiği yiyecek bulgur pilavı, marul, yoğurt içecek ise sadece kendisinin yaptığı bitki çaylarını içmekti. Şifalı bitkileri dağlardan kendisi toplar ve onlardan ilaç ve içecek yapardı. Uykuyla hiç arasının olmadığı hatta her gece yorganı üzerine çekerek tespih çektiği ve dualar okuduğu bilinmektedir.
Ağzından sinirlense dahi hiçbir kötü söz duyan olmadığı gibi güzel ve yanık sesiyle ilahiler söylediğini duyanların olduğu gibi cezbeye kapılarak Nebiler, Evliyalar, Üçler, Yediler, Kırklar diye bağırdığına çoğu kişi şahit olmuştur. Özellikle sabah namazlarını camide kılmış hiçbir zaman imamlık ve müezzinlik yapmamıştır.
Kendisinin hiçbir sanatı olmamış, hayatında hiç ticaretle de uğraşmamıştır. En önemli özelliği ise gideceği her yere yaya olarak gitmeyi tercih etmesidir. Bir baksalar ki köyde bir baksalar başka bir köyde, bazen dağda bazen ise farklı mekânlarda Küçük Sofuyu görmek ya da rastlamak mümkündür.
Hele yaşının çok ilerlediği ve ayağının neredeyse hiç tutmadığı zamanlar bile sadece iki değneğiyle beraber, kar kış demeden, çoğu köye yürüyerek gitmesine hiç kimse akıl sır erdiremezken yine kendi ağızlarından “Ona zorluk yoktu” demeleri Küçük Sofunun gerçek anlamda manevî kişiliğini de tasdik ettikleri anlamına geliyordu.
İşte bu halinden kaynaklı kendisine Kırşehir ve çevre köylerinde „Küçük Sofu uçardı‟, uçmuş, uçuyor söylemleri yakıştırılmış, bu söylemleriyle de onun keramet sahibi manevî bir kişilik olduğunu anlatmış oluyorlardı. Kerâmetlerine şahit olanlar ellerine sarılarak gerçek bir velî olduğuna iman ederlerdi.
Sıkça gezdiği dağlardaki şifalı bitkileri toplar ve insanlara şifa bulmaları için verir, üzerine de dua ederdi. Herkes dualarından nasiplenmiş, manevî ve normal hastalıklarına şifa bulmuşlardır. Bu bahsettiğim olaylardan nasiplenenler hala yaşamaktadırlar ve anlatırken bile kendisine olan sevgilerini arkasından dualar ederek göstermektedirler.
En sevdiği çiçek güldü. Özellikle dağlardan ve gittiği yerlerden gül tohumlarını toplar bunları da gittiği başka yerlerde ekerdi. Cebinde bulunan „gül tohumu keseciğini‟ yeğeni Ali Ömer Köksal‟ın eşi Fati Köksal‟a bir ziyareti esnasında vermiş kendisi de elli yıla yakın saklamıştır. Yaptığım araştırmalarım esnasında Küçük Sofuya karşı duyduğum derin sevgiden olsa gerek; bana hediye etmiştir. Buda benim ömür boyu saklayacağım en önemli manevi mirastır.
Ziyaret ettiği köylerde bulunan herkes kendisinin yanlarında kalması hususunda ısrar eder fakat o belli kişilerin yanında kalmayı tercih ederdi. Küçük Sofu‟nun köylerinde bulunduğu zamanlar köy sakinleri eğer hayırlı işleri ya da hastaları varsa dua etmesini, yeni doğan çocukları varsa isim vermesini isterlerdi. Rica eden kimseyi kırmaz hem dua eder hem de isim verirdi. Yeni doğan kız çocuklarına genelde içinde gülün geçtiği bir isim, erkek çocuklara ise, İslam‟a hizmet etmiş sahabenin ya da mübarek zatların isimleri verirdi.
Mis gibi koktuğunu, girdiği her ortamda bu kokunun duyulduğunu ve kendisini görenlerin manevi biz haz aldığını birçok kişiden duydum. Kıyafetleri hiç kirlenmez, temizliğiyle herkesi kendisine hayran bırakırdı. Özellikle yanında taşıdığı küçük tenekesinde daima su olur ve bu suyla abdestini alırdı. Kullandığı „misvaklar‟ sayesinde dişleri tertemiz inci gibi parlar, görenleri mest ederdi. Cebinde taşıdığı misvaklardan bir tanesini kullanmaz ve çok değer verirdi. Kendisine sebebi sorulduğunda: „katıldığı savaşlardan bir tanesinde şehit olan bir askerin ölmeden önce bu misvakı kendisine verdiği ve bu olaydan sonra kendisinde bazı manevi hallerin zuhur ettiği bundan dolayı bu misvakı ayrı sevdiğini‟ anlatırdı.
Kırşehir yöresinde gezdiği gibi Türkiye‟nin de birçok il ve köylerinde de gezer özellikle buralardaki yatırlara ve türbelere giderdi. Herkesin bildiği Eyüp Sultanı, Mevlana‟yı ve Ahi Evran-ı Veliyi ve kimsenin bilmediği birçok türbeyi ziyaret ederdi.
Gezdiği köylerde en fazla bir hafta on gün kalır bu süre zarfında da köydeki sevenleriyle ve sağlam ihlâslı insanlarla sohbetler ederdi. Gizli olarak köy camilerinde ve köy odalarında zikirler çekerler manevi yönden huzur bulurlardı. Çoğu kişinin duyduğu o meşhur sözü ise „Bana yol göründü‟ diyerek gece gündüz saatin kaç olduğu fark etmez hemen yola çıkıp gitmesidir. Arkasından bakanlar ise sadece yola çıkışını görürler ve saniyeler sonra bir daha göremezlerdi. İşte bu halleri neticesinde Küçük Sofu uçtu söylemi tüm Kırşehir‟de yayılmış ve hala öyle anılmaktadır. Gerçektende kerâmet sahibi insanlarda zaman mekân kavramı olmadığı gibi Allah tarafından onlara tasarruf sağlanmıştır. İşte sizlere bu tasarruf sonucu Küçük Sofuda zuhur eden kerametlerden bazılarını paylaşacağım:
KÜÇÜK SOFU’NUN KERAMETLERİ
Gümüş kümbet köyünde 1950 senesinde aşırı kuraklık olmuş bir damla yağmur yağmamıştır. Kuraklığın etkisiyle ağaçlar kurumuş, ekinler kavrulmuş, çeşmeler akmaz hale gelmiş ve toprak susuzluktan yarılmıştır. Bunların neticesinde hayvanlarda süt veremez ve susuzluktan ölür hale gelmişlerdir.
Köylüler her sabah kalktıklarında mavi bir gökyüzü görmekten,akşama kadar güneşi izlemekten artık korkar ve
umutsuzluğa kapılır hale getirmişlerdir. Bunun neticesinde köylüler topluca yağmur duasına çıkmaya karar verirler. Cuma günü köyün merkezinde bir tepeye çıkarlar ve burada yemekler pişirip kurbanlar keserler. Daha sonra topluca namaz kılıp dualar ederler. Arkasından yemekler yenir ve tekrar eller açılarak dualar edilir ama maalesef yine gökyüzünde hiçbir değişiklik olmaz.
Köylüler tam ümidini keserken birden Küçük Sofu orada belirir. Kimseye bir şey demeden sadece küçük çocukları başına toplar ve onlara „siz sadece âmin deyin‟ der. Sonra Allah Allah sözleriyle beraber dualar okuyunca birden gök gürlemesi ve havanın kararmasıyla yağmur yağmaya başlar. Küçük Sofu‟nun bu kerâmeti karşısında herkes bir daha onun maneviyatına güvenini tazeler. Böylece tam bir hafta yağmur yağar ve topraklar suya kanarlar. Bu olayı yaşayanlardan hâlâ birçoğu hayattadır.
Bir başka kerameti ise şöyledir:
Bilindiği gibi Küçük Sofu‟nun ayakları tam tutmaz ve değneklerle yürürdü. Ancak bu haliyle bile gideceği yerlere yaya olarak gider ve vasıta kullanmazdı. Kendisinin en önemli bir özelliği ise kimselerin bilmediği türbeleri, yatırları bilmesi ve buraları sık sık ziyaret etmesidir. Küçük Sofu bir gün kimsenin çıkamadığı bir tepeye çıkar. Buradaki tepede bir türbe vardır ve türbede çok büyük zatlar yatar. O güne kadar devâsa demir kapıları olan bu türbenin kapılarını kimseler açamamıştır.
Türbenin yanına geldiğinde önce demir kapının önünde bolca dua eder ve tam namaz kılacakken kapı kendiliğinden açılır. Hemen içeri girer ve bu büyük zatların yanında namaz kılarak bol bol dua eder. Evliyalara duyduğu aşırı aşkla kendini öyle kaybetmiştir ki kendine geldiğinde hava çoktan kararmıştır. Belli müddet sonra oradan çıkar ve yola koyulur. Bu arada yine Allah tarafından önüne bir „dürüm‟
gelir ve bu dürümü yiyerek tutacağı oruca niyetlenir. Daha sonra yine malum bu haliyle bir köye gider ve orada kalarak hizmetine devam eder. Bu olayı bizzat çok güvendiği ve değer verdiği yeğeninin eşi Fati Köksal‟a anlatmış oda yaptığım araştırma neticesinde bana anlatarak Küçük Sofunun gerçek manada bir Allah dostu olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Kendisi hâlâ hayatta ve Ankara‟da ikamet etmektedir.
KAYNAK: Araştırmacı Yazar Serdar ATABAY in
"Keçi Kalesi'nin Bağrında Bir Türkmen Oymağı" Kitabından alıntı yapılmıştır.