Salıncakta iki kişi değil, iki atın çektiği kızakta karşılıklı oturan dört kişiydik biz. Bir de köyün postası, kızak sürücüsü Gazi’yi sayarsak beş kişi. Bir metreye yakın karın üzerinden sanki bembeyaz halının üzerinden kayar gibi kayıp gidiyoruz. Atlar terlemiş, yorulmuş umurumuzda mı? Sohbet koyulaşmış, kahkahalar sigara dumanlarıyla birlikte yükseliyor gökyüzüne.
Köye on beş kilometre uzaktaki ilçeye, kırk kilometre dolaşarak gidiyoruz kızakla. Murat ırmağı o yıl buz tutmadığı için üstünden geçilemiyor. Köprüyü dolaşınca da yol uzuyor. Kızakla giderken üşümemek için sarıp sarınırsınız; ama ne sararsanız sarın ayaklarınız yine üşür. Bizim de ayaklarımız üşümüş olmalı ki farkına varmadan birbirimize yaklaşmak için kızağın bir tarafına yığılmışız. Hızla ve keyifle giderken kızak yan döndü, hepimiz bir tarafa savrulduk. Üstümüzdeki karları çırparken bir taraftan da hepimiz düştüğümüz duruma gülüyoruz. Bizim kızaktan düştüğümüz yerden epeyce uzakta atları durdurabilen Gazi:
-Çabuk binin kızağa, gülüp durmayın; yoksa hepinizi bu soğukta, karda döker giderim.” diyor.
O zamanlar tek toprak caddesi olan ilçeye, Bulanık’a vardığımızda Gazi, kızağı ve atları “kızak park etme yeri”ne götürüyor. Hani bizim köylülerin ilçeye pazara gittiğinde traktörleri, minibüsleri park ettiği yerler gibi orada da kızaklar park ediliyor. “Fazla gecikmeyin, “ diyor Gazi, “..ortalık kararmadan, kurtlar ortaya çıkmadan dönelim geri.”
……..
Paltomun yakasını kaldırdım, barakadan hükümet binasına doğru gidiyorum. “Hükümet binası da barakadan olur muymuş?” derseniz, evet 1972 yılında Bulanık hükümet binası barakadandı. 1966 Varto depreminden sonra burası da Varto’ya yakın olduğu için güvenli olsun diye böyle bir barakaya taşınmıştı. Tek pencereli kulübeye benzer bir yapının yanından geçerken “Tık tık..”diye cama vurulduğunu gördüm. O tarafa bakınca içerden birisi el işaretiyle “Gel gel!” yapıyordu. Soğuk burnumun direğini sızlatmış, karnım aç durumdayken “Bu da kimmiş?” diyerek kapıyı vurup girdim. Karşımda orta yaşlarda bir adam. Ben o zaman daha yirmi bir yaşındayım.
-Gel bakalım delikanlı, herhalde yeni gelen öğretmenlerdensin? Nereye geldin, nerede çalışıyorsun?
-Karaağıl Ortaokulu’ndayım. Siz kimsiniz?
-Haa kusura bakma! Kendimi tanıtmayı unuttum. Ben İlköğretim Müfettişi İlhami Bülbül. Burdurluyum.
-İyi de hocam, benim öğretmen olduğumu nereden bildiniz?
-Buraya gelen yabancılar hele de gençse öğretmenlerden başkası olamaz. Senin karnın da açtır. Ben hemen fırından sıcak pide, peynir alayım. Beş dakika bekle.
Kış sert, kar dışarıda bir metre. Tek katlı, küçük küçük sekiz on odalı okul hiç ısınmıyor. Binanın içindeki tuvalet fosseptik çukuruna bağlanmış. Bir gün baktım tuvaletten su gitmiyor. Donmuş tuvalet. Sabahtan öğleye kadar kovayla su kaynattım, döktüm faydası yok. Çukura kadar giden kanal tüm donmuş.
-Ne yapacağız Hüseyin?
-Karakol yanımızda, ihtiyaç olduğunda oraya gideriz.
-Gidemeyiz, askerin biri “Her akşam öğretmenler geliyor, Mahzuni plakları çalıyorlar.” diye bizi üsteğmene şikâyet etmiş. O da karakol komutanına “Öğretmenler, akşamları karakola gelmesinler.” diye emir vermiş Mustafa astsubaya.
-Çare yok, biz de geceleri çıkacağız okulun avlusuna.
Akar gider
Karaağıl’ın dibinde
Ama balığı bilen kim
Yaza doğru su biraz azalır
Soyunup ırmaktan geçeriz
İlçeye gitmek için
Irmağın öbür yakasında
Yoncalı köyü
Bu köyde bozulmuş
Ağabeyimin arkadaşı İlicekli Bayram öğretmen için
Büyü
“Arkadaşı vurmuş, ava gidince bu ırmağın kenarında”
Derlerdi
Doğru muydu söylenti miydi
Bilmem ama